“Ruhum, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak.” – Pindaros
Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar.(Camus,2010:21) Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, yol açtığı eylemlere göre diye yanıt veririm. Yaşamın yaşanmaya değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum. Çelişkin bir biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler ya da düşler uğrunda ölüme giden başka insanlar görüyorum. Böylece ivediklikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın anlamı olduğu yargısına varıyorum.
İntihar şimdiye kadar yalnızca toplumsal bir olay olarak ele alınmıştır. Fakat tam tersine bireysel düşünceyle intihar arasında ilişki söz konusu. Böyle bir edim, yüreğin sessizliğinde, tıpkı büyük bir yapıt gibi hazırlanır. İnsan kendi de bilmez bunu. Bir akşam tetiğe basar ya da kendini sulara bırakır. Düşünmeye başlamak için için yenmeye başlamaktır. Bu başlangıçlarda toplumun fazla bir etkisi yoktur. Kurt insanın yüreğindedir. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir.
Aklın hangi dakikada, hangi davranışla ölümü seçtiğini saptamak güç olsa bile, eylemin gerektirdiği sonuçları bu eylemin kendisinden çıkarmak o kadar güç değil. Kendini öldürmek, bir anlamda melodramlarda olduğu gibi içindekini söylemektir. Yaşamın bizi aştığını ya da yaşamı anlamadığımızı söylemektir. ”Çabalamaya değmez” demektir kendini öldürmek. Yaşamak hiçbir zaman kolay değildir kuşkusuz. İsteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen çırpınmanın anlamsızlığın ,acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olması gerektirir. Sağlam insanlar arasında bile kendi intiharını düşünmemiş bir kimseye rastlanamayacağına göre, bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla açıklama yapılmadan da benimsenebilir. (Camus,2010:24)
Çelişkiler ve belirsizlikler karşısında, yaşama konusundaki kanı ile onu bırakmak için yapılan edim arasında hiçbir ilişki bulunmadığına mı inanmalı? Bir insanın yaşama bağlanışında dünyanın tüm düşkünlüklerinden daha güçlü bir şey vardır. Bedenin yargısı, aklın yargısından hiçte aşağı değildir, beden de yok oluş karşısında geriler. (Camus,2010:25) Düşünme alışkanlığını edinmeden yaşamaya alışırız.
Yaşam yaşamaya değmediği için insan kendini öldürür, işte bu gerçek kuşkusuz ama kısır bir gerçek, çünkü fazlasıyla açık. Ama yaşamaya yöneltilen bu aşağılama, içine daldırıldığı bu yalanlama, hiç anlamı olmamasından mı geliyor? Uyumsuz olması, umut ya da intihar yoluyla kendisinden sıyrılmayı mı gerektiriyor? (Camus, 2010:26) Direnç ile açık görüşlülük, uyumsuzun, umudun ve ölümün birbirine karşılık verdikleri bu insan dışı oyunun ayrıcalıklı izleyicileridir. O zaman us, bu hem ilkel hem de alabildiğine incelmiş dansın betilerini daha örneklendirmeden ve daha kendisi yaşamadan da çözümleyebilir. Camus’nün yapmaya çalıştığı şey, bir bakıma, yaşamın ‘cogito ergo sum’ını bulmaktır’. Başka bir deyişle, bu evrende var olmamızın sağlam bir temelini bulmak ve o temel üzerine yaşamımızı kurmak. Sorunu Shakespeare’ce dile getirirsek: To be, or not to be, that is the question! Bir soruyla bitireyim: Yaşamın yaşanmaya değip değmediği sizce de bir sorun değil mi?
Uzm. Psk. Dan. & Psikoterapist
Ece Özge Karakuz
Kaynakça:
Camus, A. Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, İstanbul, Can Yayınları, 2010