• birincicoguldanismanlik@gmail.com
  • Kartaltepe Mahallesi İncirli Caddesi No:72 Daire:12 Bakırköy/İstanbul
  • +90 501 048 96 18 / +90 543 714 17 10

Yazılar

Baudelaire Ve Şiirin Varoluşçuluk Dansı



 

“Şeytan’ın en büyük hilesi ,bizi var olmadığına inandırmasıdır.” diyor Baudelaire, Küçük Düz Yazı Şiirler’inde. “Tanrı hükmetmek için var olmaya bile ihtiyaç duymayan tek varlıktır.” diyor bu kez Baudelaire.

Hugo Friedrich “Bir Şairin ruhunu sezinlemek için eserlerinde en çok tekrar eden kelimeleri arayalım. Kelimeler saplantıyı tercüme edecektir.”diyor.

Yves Bonnefoy’a göre “Şiir dünyayı inşa eder.” Jasques Lacan ise şiirin bir dünya inşa etme gücünü ve bunu ne şekilde gerçekleştirdiğini şu sözlerle ortaya koyar:

Ne zamanki bir metin sizi bizimkinden farklı bir dünyaya götürür ve bize bir varlık temel bir ilişki vererek onun bizim dünyamız olmasını sağlar, orada şiir vardır. […] Şiir dünya ile yeni bir sembolik ilişki düzeni üstlenen bir öznenin yaratılmasıdır.”

Şair bundan böyle kendi hayal gücünü kullanarak yeni bir dünya yaratmak peşindedir. Yani modern şaiirin bir sanat eseri ortaya koyması, aynı zamanda Tanrı’ya meydan okuması anlamına gelir. Modern şiirin kurucusu olan Baudelaire, Tanrı’nın eseri olan doğadan bağımsız bir kültürel alanda iktidar sahibi olmakla yetinmeyecek ve doğa üzerinde de iktidar sahibi olmak isteyecektir.

Modern şiirle bağlantılı olarak sıklıkla ortaya konan kavramlardan biri de ‘muğlaklık’ kavramıdır.  John Jackson ‘Şiir ve Öteki’ adlı kitabında “Muğlaklık, modern şiirin bir çok yazılış şeklinden biri değildir; ona içkindir. 1800 ‘den beri şiirden söz etmek muğlaklıktan da söz etmeyi zorunlu kılar.

Friedrich’e göre şiir dili, her zaman işlevi iletişim kurmak olan standart dilden farklı olmuştur.  Wittgenstein’ın söyledikleri ise özellikle ilginçtir: “Şiir iletişim dilinde yazılsa bile bize bir anlam iletmez.”

Şiirin kendi üzerine kapanması söz konusudur. “Şiir kendi üzerine kapalı bir yapıdır. Ne gerçeği ne de ‘kalbin sarhoşluklarını’ yansıtır.” Artık kesinlikle hiçbir şey yansıtmaz. O, kendi için şiirdir diyen Hugo Friedrich bu durumu ifade eder. Octavia Paz ise “Şiir anlatmaya özenmez, var olmaya özenir yalnızca” diyecektir. Friedrich ve Paz’ın bu sözleri şiirin bir varoluş biçimi olduğunu ifade etmektedir. Şair bir anlamda, varoluşunu sözcüklerle, imgelerle ve seslerle yeniden inşa eder.

Peki şiirin bu varoluş biçimini Varoluşçuluk kuramı bağlamında nasıl temellendirebiliriz? Sartre’ye göre “varoluş özden önce gelir.” Sartre bu cümleyi şöyle açıklar.

İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir. Özünü ortaya çıkarır. Varoluşa göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez, hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Kavrayacak ,tasarlayacak bir tanrı olmayınca , insan doğası diye bir şey olmaz bu durumda. İnsan yalnızca kendini anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.

Sartre’nin bu sözlerini şiir açısından ele alacak olursak bu bizi bir kez daha anlam meselesine getirecektir. Her ne kadar Sartre varoluşun özden önce gelmesi durumunun insana özgü olduğunu söylese de, bunun şiirde de geçerli olduğunu var sayarsak , bu durumda şiir önce gösterenleriyle var olmakta özünü yani anlamını sonradan kazanmaktadır. Şiirin bu tasavvuru ,okur-merkezli okumaları öne çıkaracaktır . Zira şiir, bu durumda anlamını okurda bulacak ve tamamlayacaktır.

Bu noktada Umberto Eco’nun ‘Yorum ve Aşırı Yorum’ kitabında ortaya koyduğu görüşlere yer vermekte yarar var. Eco, bir metnin yorumlanmasında öne çıkarılacak üç yaklaşımdan söz eder. Unlardan, yazarın metni yazarken anlatmak istedikleri olarak özetlenebilecek olan “yazarın niyetinin” ortaya çıkarılması çok güçtür ve çoğunlukla metnin yorumu açısından önem taşımaz. Okurun metinden çıkardığı anlamlar olarak tanımlanabilecek olan “okurun niyeti” Eco’nun Rorty’den aktardığına göre “metni ne yapıp edip kendi amacına hizmet eder şekle sokan” bir yorumlama yöntemidir. Eco’ya göre bunların dışında üçüncü olasılıkta mevcuttur: “Metnin niyeti”. Metnin niyetini öne çıkaran yorumlarda, ‘yazar’ ya da ’okur’ gibi metnin dışında kalan unsurlar kenara bırakılmakta, metnin kendisinin ortaya koyduğu anlamalar öne çıkmaktadır.

Bu bağlamda yazarın niyetini öne çıkaran yorumlar, Sartre’nin varoluşçuluk tanımıyla çelişmektedir. Zira yazarın niyetinin şiirin oluşmasında belirleyici olduğunu söylemek, şiirin özünün varoluşundan önce geldiğini söylemek anlamına gelir. Metnin niyetini öne çıkarmak ise, şiirin varoluşunun özü ile eş anlamlı olarak oluştuğunu ifade etmek anlamına gelecektir. Okurun niyetini öne çıkaran yorumlarsa, Sartre’nin varoluşun özden önce geldiği görüşü ile uyumludur. Bu tasavvur ise bizi bir kez daha şiirde muğlaklık meselesine getirir.

Ahmet Haşim ise, şiirin anlamının şairden ziyade okurda tam şeklini bulduğunu anlatmak ister gibidir. Şair belki de hayali bir okur için yazmakta , kendisi ile ilgili bazı ‘hakikatleri’ ona fısıldamaktadır.

Modern şiirde sıklıkla hitap edilen o gizemli ‘sen’ okur mudur? Bu noktada şiirde ‘öteki’ kavramına değinmekte yarar var.  John Jackson ‘Şiir ve Öteki’nde  Paul Celan’dan şunları aktarır: “Şiir bir ötekiye yönelir, bu ötekiye ihtiyacı vardır, onu arar ve kendisini sunar. Ötekine yönelen şiir için her şey, her insan bu ötekinin bir simgesi olur.” Lacan’a göre de “Bilinçdışı arzu bir ötekine yöneliktir. Öteki hiçbir zaman sahip olamayacağımız tatmin edici bir gerçeklik görünümündedir[…]” Jerome Thelot da aşağıdaki sözleriyle , Lacan’ın sözünü ettiği ötekiye yönelik arzuyu yazma eylemiyle ilişkilendirir:

Yazarlık eğilimini ortaua çıkaran, her zaman öteki yazardır. Yazmak bu anlamda ötekini taklit etmek ve onun olduğu şey olmak için rekabete girmektir: bu ,arzulamaktır . Ama öyle arzulamak ki arzu düşünülebilir olsun. Yazı arzunun öznel bir şeklidir; öyleki bu arzunun kuralcı yapısı orada şeffaf görünün ve böylece ortaya konabilir.

Şiirin varoluşundan kilit bir öneme sahip olan okuru bu ‘öteki’lerden biri olarak kabul edebiliriz. Ancak Harold Bloom, şiirin yazılışında bir başka ‘öteki’nin can alıcı önemini ortaya koyar. Bu öteki Bloom’un deyimiyle ‘şiirsel babadan’ başkası değildir.

Terry Eagleton’ın Freud’un çalışmalarından yararlanarak son on yılın en cüretli ve özgün edebiyat kuramını geliştirdiğini söylediği Harold Bloom ‘Etkilenme Endişesi’ adlı kitabında , baba-oğul ilişkisini  şiirsel düzlemde yeniden yorumlar. Bloom , edebiyat tarihini Oidipus kompleksine göre yeniden yazar.

Oğulların babaları tarafından bastırılması gibi şairler de kendilerinden önceki “güçlü” bir şairin gölgesinde yaşarlar ve herhangi bir şiir, bir önceki şiiri yeniden şekillendirecek bu “etkilenme endişesinden” kurtulma çabası olarak okunabilir.

Şairin “şiirsel babaya” ya karşı duyguları , hayranlıkla küçümseme varlığı altında ezilmekle yok etme isteği arasında gidip gelir. “Buradaki olgu daha değerli bir şey olduğu an , kişinin kendinden geçerek o şey içinde yitmesidir. Bir sanatçının ilerlemesi, sürekli bir özveri kişiliğinin sürekli bir söndürülüşüdür.” Diyen T. S. Eliot’ın bu sözleri, şairin şiirsel babasına karşı duyduğu hayranlık durumuna karşılık gelirken, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aşağıdaki sözleri , şairin şiirsel babayı aşma çabasını dile getirir:

Bir şairin büyüklüğünü anlamak için yaptığı şeyler kadar bozduğu şeyleri de anlamak lazımdır. Hakiki sanatkar bozarak yapar. Kendinden evvel mevcut olan his ve hayal tarzlarının aynını kullanan sanat esri ölü bir eserdir. Onun için her şair kullanacağı kelimeleri evvela lugata bakir olarak iade eder. Bununla beraber her eserde az çok ölü bir taraf vardır ve hazin olanı , en yeni eserler bile çok defa ölü taraflarıyla kendini sevdirirler.

Pierre Reverdy , ‘Şiir adı verilen duygu’ adlı kitabında şiiri ‘eksiklik’ ile ilişkilendirir: Açık ki şiir […] insanın kalbinde ve özellikle de şairin bunları yerine koyma yeteneğine sahip olduğu ilişki de mevcut olan yokluk bir eksikliktir. Bu bağlamda denebilir ki Baudelaire , gerçek babasının ‘eksikliğini’ hem yaşama hem de şiir dünyasına ağırlığını koyan Victor Hugo gibi güçlü bir şiirsel babanın varlığıyla telafi etmeye çalışmaktadır.

Levi-Strauss şiir,anlamı öne çıkarırsa düzyazıya, sesi öne çıkarırsa da müziğe yaklaşır. Şiirin düz yazıya ya da müziğe dönüşmesiyse onun bir anlamda ölmesi ya da yok olmasıdır.

Baudelaire, ‘Küçük Düzyazı Şiirler’ de şöyle ifade edecektir. “Ruhun lirik devrimlerine, rüyanın dalgalanmalarına, bilincin sıçrayışlarına uyum sağlayabilecek kadar yumuşak ve aynı zamanda karşıtlıklarla dolu olan, ritimsiz , kafiyesiz ama ezgili bir şiirsel düzyazı mucizesini tutkulu günlerinde hayal etmeyenimiz var mı?” ‘Apaçık Yüreğimde ’ ise şöyle der Baudelaire :”Hep şair ol , düzyazıda bile.”

Baudelaire , şiirin iki karşıt kutbu olan müzikle düzyazıyı , düzyazı şiirde bir araya getirir. Şair, şiirin bir anlamda yok olduğu müzik ve düzyazıyı birleştirerek şiir için yeni bir varoluş biçimi inşa eder. Böylece Baudelaire’nin şiiri, yokmuş gibi yaparken, farklı bir şekilde var olur.

 

Derleyen , Yazan :
Uzm. Psk. Dan. & Psikoterapist 
Ece Özge Karakuz

 

KAYNAKÇA

Aka, Pınar. Baudelaire ve Şiirin Varoluş Biçimleri , Ankara: Doğu Batı Yayınları, 92. Sayı, 2020

Baudelaire , Charles. CEuvres. Paris. La Pleiade, t.y.

____ Petits Poemes en Prose. Paris . Calmann-Levy, t.y

Bloom, Harold . Charles Baudelaire. New York: Chelsea House  Publishers, 1987

Bonnefoy, Yves. Entretiens sur la poesie. Paris: Mercure de France, 1990

Easthope, Anthony. Poetry as Discourse . London ve New York: Methuen, 1983

Friedrich, Hugo. Structure de la poesie moderne. Paris. Librairie Generale Française ,1999

Jackson, John E. La poesie et sun autre. Paris: Librairie Jose Corti,1998

Lacan, Jacquse. Les Psychoses. Paris: Editions du Seuil, 1981

Paz, Octavio. Çifte Alev. Çev. Tomris Uyar. İstanbul : Okuyan Us Yayınları. 2002

Reverdy, Pierre. Cette emotion appelee poessie. Paris : Gallimard, 2003

Sartre , Jean-Paul. Varoluşçuluk . Çev. Asım Bezirci. İstanbul: Say Yayınları, 2001

Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz. Zeynep Kerman. İstanbul: Dergah Yayınları, 1998

Thelot , Joreme. Baudelaire – Violence et Poesie. Paris: Gallimard, 1993

Yazılar